Her Salgın Bir Hikâye mi? Popüler Salgınların Ardındaki Gerçek

Her birkaç yılda bir yeni bir salgın haberiyle karşılaşıyoruz. Kuş gribi, domuz gribi, yaz aylarının korkusu kene ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, son olarak da tüm dünyayı sarsan Covid-19… Medya manşetlerinde bu hastalıklar hep aynı ifadelerle karşımıza çıkıyor: “Yeni bir salgın kapıda.” Peki gerçekten öyle mi? Yoksa popüler salgınlar sadece korku yaratmak ve toplumsal algıyı yönlendirmek için mi gündeme taşınıyor?
Geçmişte insanlar doğayla çok daha iç içeydi. Köylerde keneler vardı, grip her kış tekrar ediyordu, kuşlar farklı virüsler taşıyordu. Buna rağmen bu hastalıklar bugünkü gibi bir panik havası oluşturmuyordu. Oysa şimdi birkaç vaka bile küresel korku dalgasına dönüşebiliyor. Bu durum bana başka bir şeyi düşündürüyor: Belki de mesele salgınların kendisi değil, onların nasıl anlatıldığı. Bu yüzden sık sık şu soruyu soruyorum: Her salgın bir hikâye mi?
Daha önceki
Virüslerden Bakterilere dijital Yolculuk
başlıklı yazımda virüslerin yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda dijital ve toplumsal boyutlarına da değinmiştim. Ama bu kez daha farklı bir sorgulamanın peşindeyim. Kuş gribinden Covid-19’a kadar gündeme gelen popüler salgınları ele alıp kendi sorularımı ortaya koymak istiyorum. Çünkü her salgın gerçekten doğal bir tehlike olmayabilir; belki de ekonomiyi, siyaseti ve gündelik yaşamımızı etkileyen farklı hikâyelerin parçasıdır.
Geçmişe Bakış – Eskiden Neden Duymuyorduk?
Eskiden köylerde yaşayan büyüklerimiz kenelerle, griplerle, hayvan hastalıklarıyla iç içeydi. Ama o dönemlerde ne kuş gribi manşetlere çıktı, ne de kene haberleri bugünkü gibi büyütüldü. İnsanlar kendi yöntemleriyle keneyi çıkarır, grip olur, iyileşirdi. Şimdi ise birkaç vaka bile büyük bir paniğe dönüşebiliyor. Peki bu farkın nedeni ne olabilir?
Şunu merak ediyorum: Eğer bu hastalıklar gerçekten yeni değilse, neden popüler salgınlar olarak 2000’li yıllardan sonra hayatımıza girdi? 80’lerde, 90’larda insanlar keneden ölmüyor muydu? Elbette vakalar vardı. Ama o dönemlerde hastanelere başvuru azdı, tanı koymak zordu, medya da bugünkü kadar yaygın değildi. Yani aslında hastalıklar vardı ama kimse onları “salgın” etiketiyle anmıyordu.
Burada dikkat çekici bir çelişki var. Bana göre hastalıkların kendisi hep vardı ama toplumun hafızasına bu denli kazınmaları, medyanın ve sağlık sisteminin gelişmesiyle oldu. Her vaka artık bir “haber” niteliği taşımaya başladı. Dolayısıyla biyolojik gerçek ile toplumsal algı birbirine karıştı.
Tarihsel açıdan düşündüğümde Orta Çağ’daki veba örneği aklıma geliyor. Gemilerle Avrupa’ya yayılan veba milyonlarca kişiyi öldürdü ama o dönemde kimse televizyonlardan “veba korkusu” pompalamadı. Bugün ise birkaç kene vakası bile haftalarca manşetlerde kalabiliyor. Bu da bana, gerçeğin kendisiyle onun üzerine kurulan hikâyenin giderek birbirine karıştığını düşündürüyor.
Burada dikkat çekici olan nokta, hastalıkların sayısından çok onların nasıl sunulduğu. Popüler salgınlar çoğu zaman biyolojik risklerden değil, onları görünür kılan medya gücünden besleniyor. Bu tabloya baktığımda aklıma şu geliyor: Salgınları anlamak için sadece virüsleri değil, aynı zamanda onların topluma nasıl anlatıldığını da sorgulamak gerekiyor.
Kuş Gribi – Tavuklar mı, Tüketim Politikası mı?
2000’li yılların başında gündeme gelen kuş gribi, hafızamda hâlâ canlı bir yer tutuyor. Televizyonları açtığımızda neredeyse her gün aynı sahneyle karşılaşıyorduk: tavuklar, hindiler, ördekler topluca imha ediliyor, köylerde kümesteki hayvanlar yok ediliyordu. Gazete manşetlerinde “Küresel salgın kapıda” ifadeleri yer alıyordu. İnsanlarda ciddi bir panik oluşmuştu. O günlerde ben de şu soruyu sordum: Gerçekten bu kadar büyük bir biyolojik tehdit mi vardı, yoksa işin içinde başka hesaplar mı vardı?
Eğer kuş gribi gerçekten ölümcül olsaydı, en büyük tehlikenin şehirlerde yaşayan güvercinler veya binlerce kilometre yol kateden göçmen kuşlar olması gerekmez miydi? Onların virüsü farklı bölgelere taşıma ihtimali çok daha yüksekti. Ama hiçbir ülkede göçmen kuşlara veya serbest dolaşan kuşlara yönelik bir itlaf uygulanmadı. Buna karşın hedef hep ekonomik değeri olan tavuklar, hindiler ve kazlar oldu. Bu tablo bana, biyolojik riskten çok tüketim politikalarının öne çıkarıldığını düşündürdü.
Bir diğer çelişki de rakamlardaydı. O yıllarda mevsimsel grip her kış yüz binlerce insanın ölümüne yol açıyordu. Buna rağmen grip haberleri bu kadar abartılmadı. Kuş gribinden ölen insan sayısı oldukça sınırlıyken, manşetler günlerce “ölümcül salgın” başlıklarıyla doluydu. Bu durum bana gösterdi ki popüler salgınlar sadece virüsün gücünden değil, onun nasıl sunulduğundan doğuyor.
Ekonomik sonuçlar çok daha belirgindi. Beyaz et fiyatları dalgalandı, üreticiler büyük zarar etti, tüketiciler ise haftalarca tavuk yemekten çekindi. Hatta balık ve kırmızı et tüketiminde gözle görülür bir artış yaşandı. Bazı ülkelerde ithalat-ihracat dengeleri değişti. Eğer mesele sadece sağlık olsaydı, öncelik toplu imha değil, aşı geliştirme ve hayvanları izole etme olmaz mıydı?
Tüm bu sorular bana şunu düşündürüyor: Popüler salgınlar gerçekten biyolojik bir zorunluluk mu, yoksa medya ve ekonomi tarafından beslenen bir algı mı? Kuş gribinde gördüğüm tablo, biyolojik risk ile medya senaryosunun birbirine karıştığını açıkça ortaya koyuyordu. Virüs vardı ama asıl hikâyeyi manşetlere taşıyan şey sağlık endişesinden çok, ekonomik çıkarlar, tüketim alışkanlıkları ve belki de küresel politik dengelerdi.
Domuz Gribi – Yeni İsim, Eski Grip mi?
2009 yılında gündeme gelen domuz gribi, hatırladığım kadarıyla hepimizi endişelendirmişti. Haberlerde sürekli “H1N1 virüsü yayılıyor” ifadeleri geçiyor, Dünya Sağlık Örgütü pandemi ilan ediyor, okullarda hijyen önlemleri artırılıyor, insanlar maskeler takıyordu. O dönem gerçekten olağanüstü bir atmosfer oluşmuştu. Ama yıllar geçtikçe kendime hep şu soruyu sordum: Domuz gribi gerçekten yeni bir hastalık mıydı, yoksa eski gribe yalnızca yeni bir isim mi verilmişti?
Rakamlar bu konuda çelişkiliydi. Dünya genelinde milyonlarca kişiye bulaşmasına rağmen ölüm oranı mevsimsel gripten daha yüksek değildi. Hatta bazı yıllarda mevsimsel grip domuz gribinden çok daha fazla can kaybına yol açıyordu. Buna rağmen manşetlerde yalnızca domuz gribi vardı. İşte bu noktada yine popüler salgınlar kavramı aklıma geliyor. Bana göre burada belirleyici olan, hastalığın biyolojik gücünden çok, onun nasıl sunulduğuydu.
Domuz gribi döneminde özellikle ilaç şirketlerinin öne çıktığını hatırlıyorum. Antiviral ilaçlara olan talep bir anda arttı, ülkeler stok yapmaya başladı. Aşı kampanyaları gündeme geldi, televizyonlarda sürekli “aşı olunmazsa risk büyüyor” mesajları verildi. Ancak aynı anda, mevsimsel gribin daha fazla insana zarar verdiği gerçeği neredeyse hiç konuşulmadı. Bu durum bana şunu düşündürdü: Belki de mesele biyolojik bir zorunluluk değil, ilaç ve aşı pazarını hareketlendiren bir hikâyeydi.
Bir başka dikkat çekici nokta ise isimlendirme stratejisiydi. “H1N1” denseydi belki insanlar bu kadar endişelenmeyecekti. Ama “domuz gribi” denildiğinde doğrudan korku ve tiksinti uyandıran bir çağrışım oluştu. Tıpkı “kuş gribi” ifadesinde olduğu gibi, isim hastalığın biyolojisinden çok psikolojik etkisini güçlendirdi. Bu bana gösterdi ki popüler salgınlar bazen virüsün kendisi kadar, hatta ondan da çok, kullanılan dil ve söylemlerle yayılıyor.
Şu soru aklımdan hiç çıkmıyor: Neden her kış yaşadığımız grip manşetlere çıkmazken, domuz gribi küresel bir paniğe dönüştürüldü? Eğer gerçekten olağanüstü bir tehditse, neden daha ölümcül olan mevsimsel grip aynı ilgiyi görmedi? Bu tablo bana gösteriyor ki salgınlar yalnızca biyolojik bir olgu değil; aynı zamanda medya ve ekonomiyle iç içe geçmiş toplumsal olaylar. Belki domuz gribi vardı, ama onu popüler salgınlar arasına sokan şey virüsün kendisinden çok, onun etrafında örülen hikâyeydi.
Kene ve Kırım Kongo – Yazın Korkusu
Yaz ayları geldiğinde televizyonları açtığımda mutlaka kene ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) haberleriyle karşılaşıyorum. Manşetler genellikle aynı: “Kene ısırığı öldürdü”, “Yeni vaka sayısı arttı.” Oysa çocukluğumdan beri köylerde yaşayan insanlardan keneyi çok duydum. Büyüklerimiz kendi yöntemleriyle keneyi çıkarır, hayatlarına devam ederlerdi. Bu yüzden aklıma hep şu soru geliyor: Neden 2000’li yıllardan itibaren kene, yaz mevsiminin en büyük korkularından biri haline geldi?
Keneler doğada her zaman vardı, yani bu bir yenilik değildi. Ama bir anda gündemin en üst sırasına taşındılar. Bana göre burada mesele, hastalığın kendisinden çok onun nasıl anlatıldığı. Popüler salgınlar çoğu zaman tam da böyle ortaya çıkıyor: var olan bir biyolojik risk, medya gücüyle büyütülüyor ve toplumsal algıya yerleşiyor. Eğer KKKA gerçekten çok büyük bir tehditse, neden sadece yaz aylarında gündeme geliyor? Kış boyunca hazırlık yapılması, baharda yoğun ilaçlama kampanyaları yürütülmesi gerekmez miydi? Buna rağmen çoğu zaman tedbirler arka planda kalırken, korku manşetleri öne çıkarıldı.
Bir başka dikkat çekici nokta da geçmişle bugün arasındaki fark. 80’lerde, 90’larda köylerde yaşayan insanlar keneyle çok daha sık karşılaşıyordu. O dönem hastaneler yetersizdi, tanı koymak zordu, insanlar doktora bile gitmiyordu. Buna rağmen böylesine büyük bir panik havası yoktu. Şimdi ise birkaç ölüm vakası haftalarca manşetlerde kalabiliyor. Bu tablo bana şunu düşündürüyor: Gerçekten salgın büyüdüğü için mi korkuyoruz, yoksa büyüyen şey yalnızca onun medyadaki yansıması mı?
Benim gözümde kene haberleri, yaz aylarının adeta değişmez bir medya rutini haline geldi. Piknikler, tarımsal faaliyetler, doğaya çıkışlar arttığında haberler de sıklaşıyor. Böylece toplumun bilinçaltına “yaz = tehlike” mesajı işleniyor. Ama bu sırada pratik çözümler, kalıcı önlemler geri planda kalıyor. Tarımsal ilaçlama politikaları, kırsal sağlık hizmetleri ya da bilgilendirme kampanyaları, medyada korku manşetleri kadar yer bulmuyor.
Keneler ve KKKA vakaları kuşkusuz biyolojik bir gerçek. Fakat onları popüler salgınlar haline getiren şey çoğu zaman rakamlar değil, onların nasıl anlatıldığı. Kene, sadece bir parazitten ibaret olmaktan çıktı; yaz mevsiminin değişmez korku hikâyelerinden biri haline dönüştü. Burada asıl sorulması gereken şu: Gerçeği mi görüyoruz, yoksa bize sunulan hikâyeyi mi?
Covid-19 – Küresel Senaryo mu, Doğal Salgın mı?
2020 yılının başında hayatımızı altüst eden Covid-19, benim için sadece bir sağlık sorunu değil, aynı zamanda büyük bir sorgulama konusuydu. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan virüs, birkaç hafta içinde bütün dünyaya yayıldı. Kısa süre önce öğrendiğimiz “pandemi” kelimesi, bir anda herkesin günlük diline girdi. Ama ben hep şu soruyu sordum: Covid-19 gerçekten doğal bir salgın mıydı, yoksa küresel bir senaryonun parçası mıydı?
Yayılım hızı bana her zaman olağanüstü geldi. Ocak ayında Çin’de görüldü, şubat ayında Avrupa’yı sardı, mart ayında Dünya Sağlık Örgütü pandemi ilan etti. Oysa geçmişte SARS ve MERS gibi benzer virüsler vardı ama hiçbir zaman bu kadar hızlı küresel boyuta ulaşmadı. Covid’in farkı neydi? Belki belirtileri hafif olduğu için insanlar fark etmeden taşıyordu, belki de modern dünyanın seyahat yoğunluğu bu yayılımı hızlandırdı. Ama yine de bu hız beni düşündürdü.
Bir başka çelişki Çin’in tutumuydu. Önce geç davrandılar, sonra sert tedbirlerle salgını kısa sürede kontrol altına aldılar. Ama dünya bu süreçte ciddi kayıplar verdi. Eğer salgının merkezi Çin’se, neden en büyük kayıplar Avrupa ve Amerika’da oldu? Bu soru da aklımda hep bir şüphe bıraktı.
Aşı konusu da ayrı bir sorgu alanıydı. Çok kısa sürede aşılar geliştirildi, bazıları inaktif, bazıları mRNA teknolojisine dayalıydı. Başta Sinovac öne çıktı, sonra BioNTech dünya genelinde baskın hale geldi. İnsanlara “aşı tek çözüm” mesajı verildi. Peki ama virüs bu kadar hızlı mutasyona uğrarken, nasıl oldu da tek tip aşılarla kontrol sağlandı? Eğer gerçekten bu kadar güçlü varyantlar oluşuyorsa, aşıların etkisi neden tamamen kaybolmadı?
Benim için Covid-19, popüler salgınlar arasında en dikkat çekici olanı oldu. Çünkü hem biyolojik gerçekliği vardı hem de medya, ekonomi ve politika boyutlarıyla bir “küresel hikâye” haline geldi. İşte bu yüzden hep aynı soruya dönüyorum: Popüler salgınlar gerçek mi yoksa medya algısı mı? Belki Covid doğaldı, belki de bize anlatılanın ötesinde bir senaryonun parçasıydı.
Medya ve Algı Yönetimi
Ekonomi ve Politik Yön
Salgınların yalnızca sağlık değil, aynı zamanda ekonomi ve politikada da güçlü etkiler bıraktığına şüphe yok. Kuş gribi döneminde milyonlarca tavuk itlaf edildi, beyaz et fiyatları bir anda yükseldi. Tüketici tavuk yemekten çekinirken balık ve kırmızı et satışlarında artış oldu. Bu tablo, bir biyolojik riskin doğrudan market raflarına ve sofralara yansıdığını gösteriyordu.
Domuz gribi ise daha çok ilaç firmalarının öne çıktığı bir süreçti. Antiviral ilaçlara yönelik talep olağanüstü şekilde arttı, bazı ülkeler milyonlarca doz stok yaptı. Medyada sürekli “aşı olun” çağrıları yer alırken, aynı dönemde mevsimsel gribin daha fazla can alması pek konuşulmadı. Burada da ekonomik çıkarların ve algı yönetiminin nasıl iç içe geçtiğini görmek mümkün.
Covid-19’un etkileri ise küresel ölçekteydi. Trilyon dolarlık aşı pazarı oluştu, ülkeler dev bütçeler ayırdı. Turizm sektörü durma noktasına geldi, hava yolları iflasın eşiğine sürüklendi, küçük işletmeler kapılarını kapattı. Buna karşın teknoloji şirketleri, online ticaret platformları ve eczacılık devleri tarihlerinin en yüksek kârlarını açıkladı. Yani aynı kriz, bazı sektörleri yok ederken diğerlerini büyüttü.
Politik alanda da benzer etkiler görüldü. Devletler sınırlarını kapattı, ticaret anlaşmaları askıya alındı, seyahat kısıtlamaları uzun süre gündemde kaldı. Hatta bazı ülkeler aşı diplomasisiyle dış politikada yeni kartlar açtı. Covid-19 döneminde Çin, Rusya ve Batılı ülkeler farklı aşılarla öne çıkmaya çalıştı; bu da salgınların sadece biyolojik değil, aynı zamanda küresel güç dengeleri için bir araç haline geldiğini ortaya koydu.
Burada sorulması gereken asıl soru şu: Salgınları yöneten şey yalnızca virüs mü, yoksa onun üzerinden şekillenen ekonomik çıkarlar ve politik hesaplar mı? Popüler salgınlar bana göre tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü hastalıkların kendisi geçici olabilir ama onların ekonomi ve siyasette açtığı izler çok daha kalıcı hale geliyor.
Ekonomi ve Politik Yön
Salgınların yalnızca sağlık değil, aynı zamanda ekonomi ve politikada da güçlü etkiler bıraktığına şüphe yok. Kuş gribi döneminde milyonlarca tavuk itlaf edildi, beyaz et fiyatları bir anda yükseldi. Tüketici tavuk yemekten çekinirken balık ve kırmızı et satışlarında artış oldu. Bu tablo, bir biyolojik riskin doğrudan market raflarına ve sofralara yansıdığını gösteriyordu.
Domuz gribi ise daha çok ilaç firmalarının öne çıktığı bir süreçti. Antiviral ilaçlara yönelik talep olağanüstü şekilde arttı, bazı ülkeler milyonlarca doz stok yaptı. Medyada sürekli “aşı olun” çağrıları yer alırken, aynı dönemde mevsimsel gribin daha fazla can alması pek konuşulmadı. Burada da ekonomik çıkarların ve algı yönetiminin nasıl iç içe geçtiğini görmek mümkün.
Covid-19’un etkileri ise küresel ölçekteydi. Trilyon dolarlık aşı pazarı oluştu, ülkeler dev bütçeler ayırdı. Turizm sektörü durma noktasına geldi, hava yolları iflasın eşiğine sürüklendi, küçük işletmeler kapılarını kapattı. Buna karşın teknoloji şirketleri, online ticaret platformları ve eczacılık devleri tarihlerinin en yüksek kârlarını açıkladı. Yani aynı kriz, bazı sektörleri yok ederken diğerlerini büyüttü.
Politik alanda da benzer etkiler görüldü. Devletler sınırlarını kapattı, ticaret anlaşmaları askıya alındı, seyahat kısıtlamaları uzun süre gündemde kaldı. Hatta bazı ülkeler aşı diplomasisiyle dış politikada yeni kartlar açtı. Covid-19 döneminde Çin, Rusya ve Batılı ülkeler farklı aşılarla öne çıkmaya çalıştı; bu da salgınların sadece biyolojik değil, aynı zamanda küresel güç dengeleri için bir araç haline geldiğini ortaya koydu.
Burada sorulması gereken asıl soru şu: Salgınları yöneten şey yalnızca virüs mü, yoksa onun üzerinden şekillenen ekonomik çıkarlar ve politik hesaplar mı? Popüler salgınlar bana göre tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü hastalıkların kendisi geçici olabilir ama onların ekonomi ve siyasette açtığı izler çok daha kalıcı hale geliyor.
Sonuç – Sorgulamanın Gücü
Kuş gribinden domuz gribine, kene vakalarından Covid-19’a kadar farklı salgınlara baktığımızda karşımıza benzer bir tablo çıkıyor: Hastalıkların biyolojik gerçekliği bir yana, onları popüler salgınlar haline getiren şey çoğu zaman medya, ekonomi ve politika ile kurulan bağlar. Birkaç vaka haftalarca manşetlerde kalırken, aynı dönemde çok daha fazla can kaybına yol açan mevsimsel grip neredeyse hiç konuşulmuyor. Bu da bize, asıl meselenin yalnızca virüsler olmadığını gösteriyor.
Salgınlar yalnızca sağlık alanında etkili olmuyor; toplumsal davranışları, tüketim alışkanlıklarını ve devletlerin aldığı kararları doğrudan şekillendiriyor. Kuş gribi döneminde tavuk satışlarının düşmesi, domuz gribinde ilaç taleplerinin artması, Covid-19’da aşı ve maske pazarının büyümesi bunun en somut örnekleri. Her birinde biyolojik risk vardı, ama onları “salgın hikâyesi” haline getiren şey, nasıl anlatıldıkları ve hangi zamanlarda gündeme taşındıklarıydı.
Belki virüsler doğada her zaman vardı, belki de gerçekten yeni tehditler ortaya çıkıyor. Ancak önemli olan, bize sunulan bilgiyi sorgulamak. Çünkü sorgulayan insan, korkunun değil farkındalığın bir parçası olur. Salgınların arkasındaki gerçeği bulmak belki her zaman mümkün değil, ama sorgulamaya devam etmek, gerçeğe yaklaşmanın tek yolu gibi görünüyor.