Türkiye’nin Deprem Gerçeği: 17 Ağustos’tan Kahramanmaraş’a Bitmeyen İhmaller


Türkiye’nin Deprem Gerçeği: 17 Ağustos’tan Kahramanmaraş’a Bitmeyen İhmaller

Türkiye’nin Deprem Gerçeği: 17 Ağustos’tan Kahramanmaraş’a Bitmeyen İhmaller
Türkiye’nin Deprem Gerçeği: 17 Ağustos’tan Kahramanmaraş’a Bitmeyen İhmaller

Türkiye’nin deprem gerçeği, sadece bilimsel verilerin değil, yaşanmış acıların da doğruladığı bir gerçekliktir. Coğrafi yapısı gereği ülkenin büyük kısmı aktif fay hatları üzerinde yer almakta ve her yıl küçük ya da büyük çok sayıda deprem meydana gelmektedir. Bu durum, “Türkiye depremlere hazır mı?” sorusunu gündemde tutarken, vatandaşlarda da endişe ve sorgulama duygusunu sürekli canlı tutmaktadır. Zira deprem engellenemez, ancak etkileri azaltılabilir; burada belirleyici olan unsur, alınan önleyici tedbirler ve toplumun bilinç düzeyidir.

Ne yazık ki Türkiye’de her büyük depremin ardından kısa süren bir farkındalık dalgası oluşmakta, ardından yeniden bir unutkanlık sarmalına girilmektedir. İmar afları, denetimsiz yapılar ve rant uğruna göz ardı edilen güvenlik önlemleri, adeta felaketleri davet eder niteliktedir. Marmara’dan Van’a, Elazığ’dan İzmir’e ve son olarak Kahramanmaraş’a kadar yaşanan her deprem, bu döngünün birer parçası olmuştur. Toplumun belleğinde derin izler bırakan her yıkım sonrası “neden önlem alınmadı?” sorusu yankılanmakta, ancak gereken dönüşüm bir türlü sağlanamamaktadır. Bu noktada sorgulayıcı bir tutumla, yalnızca doğa olayını değil, buna zemin hazırlayan ihmalleri de masaya yatırmak elzemdir.

Çünkü sorun yalnızca yer kabuğundaki kırıklarda değil; kırılan, çöken, yıkılan sistemlerdedir. Bilim insanlarının uyarılarına rağmen atılmayan adımlar, alınmayan tedbirler ve sürdürülemeyen politikalar, her yeni depremde bedelini canla ödetmektedir. İşte bu yazı, tam da bu sorgulamanın kapısını aralamak ve Türkiye’nin depremle olan ilişkisinde asıl sorumluları işaret etmek amacıyla kaleme alınmıştır.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin Yıkıcı Tablosu

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi, Türkiye’nin yakın tarihinde sadece fiziksel bir yıkımı değil, aynı zamanda büyük bir sistem krizini gözler önüne sermiştir. Sabahın erken saatlerinde, saat 03.02’de meydana gelen 7,4 büyüklüğündeki deprem; Kocaeli, Sakarya, Yalova, İstanbul ve çevresinde büyük bir felakete yol açtı. Resmî rakamlara göre 17.480 kişi yaşamını yitirdi, 23 binden fazla insan yaralandı ve yüz binlerce kişi evsiz kaldı. Ancak bu rakamların ötesinde, toplumun ruhunda açılan yara çok daha derindi. Çünkü deprem, sadece yer altını değil, aynı zamanda ihmal zincirlerini de yerle bir etmişti.

Yıkımın bu kadar büyük olmasının temel nedenleri arasında çürük yapılar, yetersiz denetimler ve sorumsuz şehirleşme politikaları yer almaktadır. O dönem kullanılan düşük kaliteli beton, mühendislik hizmeti alınmadan yapılan apartmanlar ve kontrolsüz verilen imar izinleri, felaketin boyutunu katlayan etkenlerdi. Üstelik bilim insanları yıllardır bu fay hattına dikkat çekiyor, uyarılarda bulunuyordu. Fakat bu uyarılar hem siyasi hem bürokratik düzeyde yeterince dikkate alınmadı. Bu ihmaller zinciri, “deprem değil ihmal öldürür” sözünün halk arasında yaygınlaşmasına neden oldu.

Depremin ekonomik etkileri de sarsıcıydı. Yüz binlerce bina ağır hasar aldı, sanayi tesisleri durdu, ülke ekonomisinin kalbi olan Marmara Bölgesi büyük bir şok yaşadı. Depremin ardından ekonomik toparlanma yıllar sürdü. İş gücü kaybı, üretim zincirlerinin kesintiye uğraması ve yatırım ortamının belirsizleşmesi, Türkiye’nin kalkınma sürecini doğrudan etkiledi. Bu dönemde zorunlu deprem sigortası (DASK) uygulamaya alınarak, sistematik bir koruma mekanizması oluşturulmaya çalışıldı.

Toplumsal açıdan ise deprem, dayanışma ruhunu öne çıkardı. Binlerce gönüllü, sivil toplum kuruluşu ve birey, yardım için seferber oldu. Bu durum, Türkiye’de sivil inisiyatifin gücünü gösterse de, aynı zamanda devletin kriz anlarında ne denli hazırlıksız olduğunu da ortaya koydu. O günden sonra “Türkiye ders aldı mı?” sorusu her deprem sonrası tekrar gündeme geldi. Ne yazık ki bu soruya verilebilecek net bir “evet” hâlâ yok. Çünkü benzer ihmaller, benzer sonuçlarla tekrar tekrar karşımıza çıkmaya devam etti.

17 Ağustos’un ardından geçen onlarca yıl ve yaşanan yeni depremler, bu büyük felaketin hâlâ gerektiği gibi anlaşılamadığını göstermektedir. Deprem yalnızca jeolojik bir olay değil; aynı zamanda bir yönetim ve bilinç testidir. Marmara Depremi bu testte sınıfta kalınan en net örneklerden biridir. Bu nedenle bu depremi sadece tarihsel bir olay olarak değil, sürekli hatırlanması gereken bir ulusal uyarı tabelası olarak görmek gerekir.

2011 Van Depremi: Acılar Sarmalı ve Unutulan Dersler

2011 Van Depremi, Türkiye’nin doğusunda meydana gelen en yıkıcı afetlerden biri olarak hafızalara kazındı. 23 Ekim 2011 tarihinde, saat 13.41’de yaşanan 7,2 büyüklüğündeki bu deprem, Van merkezde ve özellikle Erciş ilçesinde büyük bir yıkıma yol açtı. Resmî verilere göre 604 kişi yaşamını yitirdi, yaklaşık 4.000 kişi yaralandı, binlerce yapı ya tamamen çöktü ya da ağır hasar aldı. Van gibi dezavantajlı bir bölgede bu ölçekte bir yıkımın yaşanması, yalnızca fay hattı üzerindeki konumla değil, yapısal yetersizlikler, denetim eksikliği ve afet yönetimindeki aksaklıklarla da doğrudan ilişkilidir. Deprem sonrası çadır ve konteyner temininde yaşanan gecikmeler, kış şartları altında halkın karşı karşıya kaldığı zorlukları daha da artırmıştır. Bu deprem, afet sonrası müdahale kapasitesinin bölgesel eşitsizliklerden ne denli etkilendiğini acı bir şekilde göstermiştir.

Deprem sonrasında gözlemlenen tablo, yine “deprem değil, ihmal öldürür” sözünü doğrular nitelikteydi. Van’da çok sayıda yapı mühendislik hizmeti almadan inşa edilmişti; denetim mekanizmaları neredeyse yoktu. Üstelik binaların büyük kısmı, 1999 Marmara Depremi’nden sonra çıkarılan yapı yönetmeliğine uygun olarak yenilenmemişti. Bu durum, “Türkiye 1999’dan sonra ders aldı mı?” sorusunu yeniden ve acı biçimde gündeme getirdi. Ne yazık ki Van Depremi, bu soruya verilen bir diğer “hayır” olarak tarihe geçti.

Bu deprem ayrıca sosyal devlet refleksi açısından da büyük bir sınavdı. İlk günlerde bölgeye ulaşan yardımların yetersizliği, koordinasyon eksiklikleri ve iletişim kopuklukları dikkat çekti. Soğuk hava koşulları nedeniyle çadır ihtiyacı kritik bir sorun haline geldi. İnsanlar, enkazın yanı sıra dondurucu soğukla da mücadele etti. Birçok vatandaş yardım beklerken yaşamını yitirdi. Bu ihmaller, afete hazırlığın yalnızca teknik değil, aynı zamanda organizasyonel bir mesele olduğunu da açıkça ortaya koydu. Devletin afet anındaki refleksi; hızlı karar alma, etkili iletişim kurma, lojistik planlama yapma ve halkla güven ilişkisini sürdürme gibi çok boyutlu unsurları içermelidir. Aksi takdirde doğal afetler, insan eliyle katmerlenen insani krizlere dönüşmektedir.

Van Depremi’nde dikkat çeken bir başka detay, müteahhit ve yapı sahiplerinin hukuki sorumluluğuna dair tartışmalardı. Yıkılan bazı yeni binaların da çürük çıkması, yapı ruhsat süreçlerinin ne kadar yüzeysel ve denetimsiz yürütüldüğünü gösterdi. Bu noktada toplumsal hafızada yer edinen bir soru tekrarlandı: “İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?” Ne yazık ki her yeni depremde bu soruya verilen cevap değişmedi; sistemsel sorunlar sürdükçe cevap da hep aynı kaldı: Evet, ihmalin hüküm sürdüğü yerde insan hayatı değersizleşiyor. Oysa her yeni yapı, sadece betonarme bir bina değil; içinde barınacak hayatların, umutların ve geleceklerin emanetidir. Bu bilinçle hareket edilmediği sürece, sadece Van değil, Türkiye’nin dört bir yanında benzer acılar tekrar etmeye mahkûmdur.

Toplumsal açıdan ise Van halkı büyük bir travmayla yüzleşti. Eğitim kurumları kapandı, sağlık hizmetleri aksadı, barınma alanları ciddi sorun haline geldi. Şehir, aylar boyunca adeta bir afet bölgesi değil de terk edilmiş bir yer izlenimi verdi. Ulusal çapta başlatılan yardım kampanyaları halkın dayanışma duygusunu öne çıkarsa da, bu iyileşme süreci geçici oldu. Afet sonrası yeniden inşa süreci plansız, dağınık ve çoğu zaman siyasi kaygılara teslim oldu. Kalıcı sosyal politikalar geliştirilemedi; sorunlar yalnızca yapılarla değil, insanların psikolojileriyle ve toplumsal dokuyla da ilgiliydi. Bu ihmaller, sadece fiziksel değil, ruhsal bir çöküntüyü de beraberinde getirdi.

Van Depremi’nin ardından geçen yıllar, ne yazık ki kalıcı bir zihniyet dönüşümüne yol açmadı. Türkiye’nin deprem gerçeği, Marmara’dan sonra bir kez daha doğuda kendini hatırlattı; ama bu hatırlatma yine kalıcı reformlara dönüşemedi. Van yalnızca bir şehir değil, sistemin zayıflıklarını, yönetsel aksaklıkları ve toplumsal unutkanlığı gözler önüne seren bir ayna olmuştur.

2020 Elazığ ve İzmir Depremleri: Aynı Ülkede Farklı Yüzler

2020 yılı, Türkiye’nin deprem gerçeğiyle bir kez daha yüzleştiği bir yıl oldu. Aynı yıl içerisinde yaşanan iki büyük deprem; biri doğuda, diğeri batıda gerçekleşti. İlki 24 Ocak 2020’de Elazığ’ın Sivrice ilçesinde 6,8 büyüklüğünde meydana geldi. İkincisi ise 30 Ekim 2020’de İzmir’in Seferihisar açıklarında 6,6 büyüklüğünde yaşandı. Her iki deprem de onlarca can kaybına ve yüzlerce yaralıya neden oldu. Ancak en çarpıcısı, bu iki olayda da aynı ihmaller zincirinin tekrar sahneye çıkmasıydı.

Elazığ Depremi’nde 41 kişi hayatını kaybetti, binden fazla kişi yaralandı. Özellikle Mustafa Paşa ve Sürsürü mahallelerinde çok sayıda bina yıkıldı veya ağır hasar gördü. Bu yapıların büyük kısmı eskiydi ve yeni deprem yönetmeliğine uygun şekilde güçlendirilmemişti. Bazı binaların kolonlarının kesildiği, bodrum katlarının kaçak olarak iş yerlerine dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Elazığ’daki tablo, 1999 sonrası yapılan iyileştirmelerin hâlâ her şehirde eşit şekilde uygulanmadığını gösterdi. “Deprem sonrası değil, öncesi hazırlık esas olmalı” düşüncesi, bu bölgede bir kez daha göz ardı edilmişti.

İzmir Depremi ise çok daha trajik bir tabloyu beraberinde getirdi. Resmî verilere göre 117 kişi yaşamını yitirdi, binlerce kişi yaralandı. Özellikle Bayraklı ve Bornova ilçeleri ciddi şekilde etkilendi. Yıkılan binaların çoğu 1999 yönetmeliğinden önce yapılmış, bazıları ise zemin etüdü yapılmadan inşa edilmişti. Üstelik deprem, Ege Denizi açıklarında meydana gelmesine rağmen, en büyük hasar karadaki yapısal zafiyetler nedeniyle yaşandı. Deprem sonrası yapılan incelemeler, birçok binanın taşıyıcı sisteminde eksikler olduğunu ve yönetmeliklere aykırı biçimde inşa edildiğini gösterdi.

İzmir’de özellikle bir binanın enkazından günler sonra sağ çıkarılan küçük bir çocuğun görüntüsü, deprem gerçeğini tüm ülkeye bir kez daha hatırlattı. Ancak bu acı sahne de tıpkı diğerleri gibi bir süre sonra hafızalardan silindi. Oysa bu olayda da görüldü ki, teknik veriler kadar afet sonrası sosyal dayanışma, psikososyal destek ve planlı müdahale hayati önem taşımaktadır. Vatandaşlar, ilk saatlerde yine kendi imkânlarıyla hayatta kalmaya çalıştı.

İki depremde de kamuoyunun dikkatini çeken ortak bir nokta vardı: Yurttaşlar kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldı. İlk müdahaleler geç geldi, arama kurtarma çalışmaları zamanla yarıştı. Sosyal medya üzerinden yapılan yardım çağrıları, dayanışmanın gücünü gösterse de, sistemsel eksikliklerin ne denli büyük olduğunu da gözler önüne serdi. Yerel yönetimler, merkezi idareyle yeterince koordine olamadı.

Ayrıca bu iki deprem, Türkiye’deki yapı stoku sorununu bir kez daha gündeme taşıdı. Hâlen milyonlarca insan riskli binalarda yaşıyor ve bu binalar her an çökme tehlikesiyle karşı karşıya. Depremin doğuda mı batıda mı olduğu fark etmiyor; farkı yaratan, alınan önlemler ve denetimlerin işlevselliği oluyor. Coğrafya değil, sistem belirleyicidir.

2020 Elazığ ve İzmir depremleri, Türkiye’nin farklı coğrafyalarında aynı sorunun farklı yansımaları olarak okunmalıdır. Depremler değişmiyor; değişmeyen, ihmalkârlık ve sistemsizliktir. Ders almak ise hâlâ ertelenen bir ödev gibi toplumun önünde duruyor.

2023 Kahramanmaraş Depremi: Felaketin Adı, İhmalin Büyüğü

6 Şubat 2023 tarihinde Türkiye tarihinin en yıkıcı depremlerinden biri meydana geldi. Büyüklüğü 7,7 olan ve merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan bu deprem, kısa süre sonra Elbistan merkezli 7,6 büyüklüğündeki ikinci bir depremle birleşerek yıkımı ikiye katladı. Bu iki büyük sarsıntı, aynı gün içerisinde Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan 11 ili doğrudan etkileyerek tarihe kara bir leke olarak geçti. Resmî rakamlara göre 50 binden fazla insan hayatını kaybetti, 100 binden fazla kişi yara…

Bu depremi bu kadar yıkıcı yapan sadece sarsıntının büyüklüğü değildi. Yıkımın asıl nedeni, yıllardır birikmiş yapısal, yönetsel ve hukuki ihmaller zinciriydi. Yıkılan binaların önemli bir kısmı yapı denetiminden geçmemişti. Hatta bazıları “kaçak” olmasına rağmen imar affından faydalanmış, böylece devlet eliyle yasal hale getirilmişti. Bazı yapılarda kolonlar kesilmiş, bazıları standart dışı malzeme ile inşa edilmişti. Yani binlerce insan, göz göre göre gelen bir felakete kurban edildi. Bilim insanları …

Depremin ilk saatlerinden itibaren kriz yönetimindeki eksiklikler dikkat çekti. İletişim altyapısı çöktü, bazı illere yardım ulaşmadı, arama kurtarma ekipleri koordinasyonsuz bir şekilde yönlendirildi. Hava koşullarının olumsuzluğu yardım sürecini zorlaştırsa da, asıl sorun liyakat eksikliği ve planlamadaki zaaflardı. Sosyal medyada enkaz altından yapılan yardım çağrıları, felaketin ne kadar hazırlıksız karşılandığını gösterdi. Deprem yalnızca binaları değil, afet yönetim sistemini de yerle bir etti.

Kahramanmaraş Depremi aynı zamanda Türkiye’nin yönetsel kırılganlıklarını da gün yüzüne çıkardı. AFAD’ın yetersizliği, TSK’nın geç devreye alınması, yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasındaki kopukluk, krizin daha da derinleşmesine neden oldu. Deprem, afet yönetiminin sadece fiziki müdahale değil, aynı zamanda kurumsal kapasite, liyakatli kadrolar ve şeffaf yönetimle mümkün olduğunu kanıtladı. Ne yazık ki bu süreçte bürokratik engeller, karar alma süreçlerini yavaşlattı ve binlerce insanın yaşamı bu gecikmelerin kurbanı oldu.

Ekonomik ve toplumsal etkiler ise hâlâ sürmektedir. Bölgedeki birçok şehir adeta haritadan silindi. Sanayi bölgeleri durdu, tarım alanları zarar gördü, küçük esnaf iflas etti. Eğitim kurumları uzun süre açılamadı, sağlık altyapısı çöktü. Milyonlarca insan farklı illere göç etmek zorunda kaldı; bazıları bir daha memleketlerine dönemedi. Bölge demografisi ve sosyal dokusu derinden etkilendi. Büyükşehirlerde kira fiyatları fırladı, sosyal yardımlar yetersiz kaldı. Depremin travması ise yıllar boyunca etkisini psikolojik, ekonomik ve toplumsal düzeyde hissettirmeye devam etti.

Bu süreçte kamuoyunda en çok tartışılan konulardan biri de sorumlulara yönelik hesap verilebilirlik mekanizmaları oldu. Bazı müteahhitler hakkında tutuklama kararları çıktı, ancak bunların sayısı yıkılan binler ve ölen on binlerle kıyaslandığında oldukça sınırlı kaldı. Yargı sürecinin yavaş işlemesi, halkın adalet duygusunu da sarstı. “Devlet nerede?” sorusu yalnızca ilk saatlerde değil, aylar boyunca sorulmaya devam etti.

>

Kahramanmaraş Depremi, sadece jeolojik bir hareket değil, Türkiye’deki sistemsel çöküşün aynasıydı. Denetimsiz yapılaşma, liyakatsiz yönetişim, hesap sorulmayan ihmal zinciri ve unutulan bilimsel gerçekler bir araya geldiğinde, ortaya böyle büyük bir yıkım çıktı. Bu felaket artık bir milat olmalıydı; ama görünen o ki geçmişin hataları geleceğin garantisi olmaya devam ediyor. “Deprem değil ihmal öldürür” sözü, bu büyük trajediyle bir kez daha kanıtlandı.

2025 İstanbul ve Balıkesir Depremleri: Tehlike Büyük, Farkındalık Küçük

2025 yılı, Türkiye’nin deprem gerçeğini bir kez daha acı bir şekilde hatırladığı bir yıl oldu. Yılın ilk büyük sarsıntısı 21 Mayıs 2025’te, Marmara Denizi açıklarında, İstanbul Silivri açıklarında meydana geldi. Büyüklüğü 6.2 olarak ölçülen bu deprem, kısa sürmesine rağmen başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’ndeki milyonlarca insanı etkiledi. Yılın ikinci büyük depremi ise 14 Ağustos 2025’te Balıkesir’in Sındırgı ilçesinde meydana geldi. Bu kez büyüklük 6.1 olarak kaydedildi. Her iki deprem de büyük bir yıkıma yol açmasa da kamuoyunda endişe yarattı ve acil eylem planlarının yetersizliğini bir kez daha ortaya koydu.

İstanbul Depremi, uzun süredir beklenen “büyük Marmara depremi”nin küçük bir provası gibiydi. Özellikle Silivri, Avcılar, Beylikdüzü ve Zeytinburnu gibi zemin açısından zayıf ilçelerde çok sayıda binada çatlaklar meydana geldi. Bazı okullar ve kamu binaları boşaltıldı, metrobüs hattında kısa süreli aksamalar yaşandı. Resmî olarak can kaybı yaşanmadı, ancak korku ve panik nedeniyle çok sayıda vatandaş geceyi park ve açık alanlarda geçirdi. Depremin ardından GSM hatlarında kesintiler oldu, elektrik bazı bölgelerde saatlerce kesildi ve internet bağlantılarında da sorunlar yaşandı.

Uzmanlar, bu tür depremlerin İstanbul için bir “ön uyarı” niteliği taşıdığını belirtti. Ancak asıl çarpıcı olan, İstanbul gibi bir mega kentte bile birçok yapının hâlâ güçlendirilmemiş olması, bazı yapıların ise hâlâ 1999 öncesi standartlarda kullanılıyor olmasıydı. İstanbul’da yüz binlerce binanın riskli olduğu yıllardır biliniyor. Ancak bu bilgi, bugüne dek sahici ve yaygın bir dönüşüm hamlesine dönüşemedi. Dolayısıyla 6.2 büyüklüğündeki bir depremin bile ulaşım, iletişim, eğitim ve sağlık hizmetlerini aksatması, olası büyük bir depremde yaşanabilecek felaketin boyutunu gözler önüne serdi.

Ağustos ayında yaşanan Sındırgı Depremi ise farklı ama benzer bir tabloyu ortaya koydu. 10 Ağustos günü saat 19:54’te meydana gelen 6.1 büyüklüğündeki bu deprem, Balıkesir’in Sındırgı ilçesini merkez alarak birçok köy ve çevre ilçeyi etkiledi. AFAD’ın açıklamasına göre 1 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi yaralandı. Kırsal alandaki birçok evde ağır yapısal hasar meydana geldi. En dikkat çekici olan ise yapıların büyük çoğunluğunun denetimsiz, mühendislik hizmeti almadan inşa edilmiş olmasıydı. Kırsal bölgelerde yeterli denetim mekanizmalarının olmaması, bu tür afetlerde can ve mal kaybının artmasına neden olmaktadır.

İstanbul ve Balıkesir’de yaşanan bu iki deprem, “deprem yalnızca büyükşehirlerin değil, her yerin meselesidir” gerçeğini bir kez daha kanıtladı. Sındırgı gibi küçük ilçelerde afet bilinci ve kurumsal kapasite çok daha sınırlı. Afet yönetimi neredeyse tamamen dışarıdan gelen desteklere bağlı kalıyor. Oysa bu bölgelerde depremin etkisi kadar, müdahale sürecinin etkinliği de hayati önem taşıyor. Bu nedenle yerel yönetimlerin, küçük şehir ve ilçelerin afet planlarının güncellenmesi artık ertelenemez bir zorunluluk hâline gelmiştir.

Her iki deprem de gösterdi ki, Türkiye’nin dört bir yanı risk altında ve hiçbir yer “hazır” değil. İstanbul gibi bir metropolde hâlâ riskli yapılar ayakta duruyor, Sındırgı gibi kırsal alanlarda ise temel afet eğitimi eksik. Ortak sorun ise değişmiyor: Denetimsizlik, ilgisizlik ve bilinç eksikliği. Bilim insanlarının uyarıları, acı tecrübelerle destekleniyor ama siyasi ve toplumsal düzeyde yeterli adım atılmıyor.

2025’te yaşanan bu depremler, sadece yerin değil, sistemin de sarsıldığını gösteriyor. Depremler geçicidir; ama yıkımlar kalıcı olabilir. Türkiye, bir kez daha şu soruyla baş başa kalıyor: “Bir daha ne zaman olacak?” Oysa sorulması gereken hâlâ aynıdır: “O gün geldiğinde gerçekten hazır olacak mıyız?”

Depremle Yaşamayı Öğrenmek: Ne Yapılmalı, Nasıl Yapılmalı?

Türkiye’nin acı dolu deprem geçmişi, yalnızca kayıplarla değil, aynı zamanda alınmayan önlemler ve sürdürülemeyen politikalarla da şekillenmiştir. Her büyük felaket sonrası aynı sorular sorulmakta, benzer acılar yaşanmakta; ancak toplumsal ve yönetsel reflekslerde ciddi bir dönüşüm sağlanamamaktadır. Artık sadece “neden önlem alınmadı?” sorusunu değil, “şimdi ne yapmalıyız?” sorusunu sormak ve buna gerçekçi, somut, uygulanabilir yanıtlar vermek zorundayız. Depremle yaşamayı öğrenmek, bilimle şekillenen, planlı, şeffaf ve denetlenebilir bir kamu politikasıyla mümkündür.

Yapı Denetim Sisteminin Şeffaf ve Bağımsız Hale Getirilmesi

Türkiye’deki yapı denetim sistemi, kâğıt üzerinde var olsa da sahada çoğu zaman etkisizdir. Denetim firmalarının müteahhitlerle çıkar ilişkisi içinde olması, birçok yapının göstermelik kontrollerden geçerek ruhsat almasına yol açmaktadır. Denetim sürecinde kamu yararı yerine kârlılık gözetildiğinde sonuç, depremde yıkılan binalar olmaktadır. Bu nedenle yapı denetim mekanizması yeniden tasarlanmalı; bağımsız mühendislik kurulları, akademik denetim organları ve kamusal izleme sistemleri oluşturulmalıdır. Denetim süreçlerinin şeffaflığı artırılmalı, cezai yaptırımlar etkili ve caydırıcı şekilde uygulanmalıdır.

Fay Hatları ve Yerleşim Planlaması

Aktif fay hatlarının geçtiği bölgelerde yapılaşmanın sıkı şekilde denetlenmesi, hatta bazı bölgelerde tamamen yasaklanması gerekmektedir. Türkiye, bilimin ortaya koyduğu verileri planlamaya yansıtmakta yetersiz kalmaktadır. Oysa fay hatlarının haritaları yıllardır günceldir. Buna rağmen okul, hastane, AVM gibi toplumsal öneme sahip yapılar hâlâ riskli alanlara inşa edilmektedir. Japonya’da yerleşim izni için zemin sınıfı, sıvılaşma riski ve mühendislik etüdü zorunludur. Türkiye’de de jeolojik risk haritaları yasal zorunluluk haline getirilmeli; yerleşim ve imar planları bu haritalar temel alınarak yapılmalıdır.

Mevcut Yapı Stokunun Güçlendirilmesi

Yeni yapılan binaların güvenli olması yeterli değildir. Şu anda Türkiye’de milyonlarca kişi, riskli binalarda yaşamaktadır. Bu binaların büyük çoğunluğu 1999 öncesi yapılmış, eski yönetmeliklere göre inşa edilmiştir. Bu stokun bilimsel veriler ışığında analiz edilmesi, gerekli yapılar için güçlendirme ya da yıkım-karar süreçlerinin başlatılması gereklidir. Bu süreç, merkezi bir afet dönüşüm planı çerçevesinde yürütülmeli, vatandaşı mağdur etmeden, sosyal devlet anlayışıyla gerçekleştirilmelidir. Düşük gelirli vatandaşlar için ise kira desteği, geçici barınma imkânı ve uzun vadeli konut kredileri gibi çözümler sunulmalıdır.

Afet Mevzuatının Bütüncül Yenilenmesi

Türkiye’de afet yönetimi ile ilgili mevzuat parçalı, çelişkili ve çoğu zaman uygulanmaz durumdadır. Özellikle imar affı gibi uygulamalar, riskli yapıları “yasallaştırarak” milyonlarca insanı ölüme mahkûm etmektedir. Bu bağlamda, tüm şehircilik ve yapılaşma yasaları afet riskini temel alan bir anlayışla baştan aşağı yeniden düzenlenmelidir. Mevzuat sadeleştirilmeli, her vatandaşın anlayabileceği şeffaflıkta hazırlanmalı, uygulayıcılara etkin denetim mekanizmalarıyla bağlanmalıdır. Ayrıca yapı sorumlularına, yani müteahhitlere, yapı denetçilere ve proje onay mercilerine yönelik ciddi cezai müeyyideler getirilmeli; can kayıplarına yol açan ihmaller adalet önünde mutlaka karşılık bulmalıdır.

Toplumsal Eğitim ve Farkındalık Süreçlerinin Güçlendirilmesi

Deprem yalnızca mühendislik değil, aynı zamanda bir bilinç sorunudur. Türkiye’de ne yazık ki afet eğitimi toplumun tamamına yayılmış durumda değildir. Tatbikatlar göstermelik, eğitimler teoriktir. Oysa deprem anında alınan bireysel kararlar, can kayıplarını doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle, tüm eğitim kurumlarında zorunlu deprem farkındalığı müfredatı oluşturulmalı; iş yerlerinde düzenli aralıklarla tatbikatlar yapılmalı, apartman düzeyinde bile bilinçlendirme çalışmaları yürütülmelidir. Medya, bu sürecin aktif bir parçası haline getirilerek kamu spotları, belgeseller ve haber programları aracılığıyla halkı sürekli olarak bilinçlendirmelidir.

Teknolojik Altyapı ve Erken Uyarı Sistemleri

Deprem öncesi ve sonrası için kritik öneme sahip olan erken uyarı sistemleri Türkiye’de hâlâ yeterli düzeye ulaşamamıştır. Oysa saniyeler bile can kurtarabilir. Japonya’da trenler durmakta, sanayi tesisleri kapatılmakta, insanlar telefonlarına gelen uyarılarla önlem alabilmektedir. Türkiye’de ise bu sistemler sınırlı alanlarda ve yetersiz etkiyle uygulanmaktadır. AFAD ve Kandilli gibi kurumların, yerel yönetimlerle ortak çalışarak bölgesel erken uyarı ağlarını yaygınlaştırması şarttır. Ayrıca akıllı cihaz entegrasyonu ile siren, cep telefonu bildirimi, trafik ışığı ve otomatik kapatma sistemleri gibi çözümler geliştirilerek erken uyarının günlük yaşama entegre edilmesi sağlanmalıdır.

Depremi Felaket Değil, Yönetilebilir Bir Risk Haline Getirmek

Japonya’da her yıl Türkiye’dekinden daha büyük depremler yaşanmasına rağmen can kayıpları son derece düşüktür. Bu fark, sadece teknoloji değil; toplumsal kültür, siyasi kararlılık ve bilimsel bilgiyle alınan önlemlerle ilgilidir. Türkiye’de de artık depremi bir “kader” değil, yönetilmesi gereken bir risk olarak görmek gerekir. Bunun için çok yönlü bir zihniyet dönüşümü şarttır. Yerel yönetimlerden merkezi otoritelere, bireylerden özel sektöre kadar herkesin bu dönüşümün bir parçası olması gerekmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin depremle ilgili sorunları bilinmiyor değil; çözümleri de belli. Eksik olan şey, bu çözümleri samimi ve kararlı bir şekilde hayata geçirme iradesidir. Artık sadece acılarla öğrenmek değil, bilimle yönetmek zamanı gelmiştir.

Sonuç: Unutmamak, Hatırlatmak ve Harekete Geçmek

Türkiye, depremle yaşamayı sadece felaket anlarında hatırlayan bir toplum görüntüsü çizmektedir. Oysa gerçek şu ki, bu ülkenin kaderi, fay hatlarının üzerine kurulmuş şehirlerde şekilleniyor. Her büyük sarsıntıdan sonra aynı cümleleri kuruyor, aynı soruları soruyoruz: Neden önlem alınmadı? Neden binalar çöküyor? Neden insanlar hayatını kaybediyor? Ama sonra yine unutuyoruz. Oysa bu unutkanlık, bizi bir sonraki felakete hazırlıksız yakalayan en büyük tehlikedir. Depremin kendisi değil, her seferinde unuttuğumuz dersler bizi asıl yıkıma sürüklemektedir.

Bu yazıda 1999 Marmara’dan 2025 İstanbul’a kadar geçen süreçte yaşanan büyük depremleri, kayıpları ve bu kayıplara neden olan ihmal zincirlerini analiz ettik. Sadece eleştirilerle sınırlı kalmadık, somut çözüm önerileri de sunduk. Çünkü mesele yalnızca yıkımın boyutunu konuşmak değil; bu yıkımları önlemek için atılması gereken adımları tartışmak ve bu konuda toplumsal bir bilinç inşa etmektir. Yapı denetiminden şehir planlamasına, afet eğitiminden mevzuat düzenlemelerine kadar atılacak her adım, yeni felaketleri önlemek için birer fırsattır.

Bugün gelinen noktada Türkiye’nin yaşadığı her büyük deprem, sadece doğal bir olay değil; aynı zamanda bir yönetim, planlama ve bilinç testidir. Bu testte ne yazık ki defalarca sınıfta kaldık. Artık sınıfta kalma lüksümüz yok. Her yeni felaket, bize geçmişin derslerini yeniden hatırlatıyor. Ama ders almak sadece hatırlamakla olmaz; hatırlananın uygulamaya dönüştürülmesi gerekir. Unutmak; can kayıplarını, çocukların yıkılan okullarını, hastane enkazlarında yaşanan çaresizliği normalleştirmektir. Biz bu normalleşmeye razı olamayız. Çünkü her ihmal, bir sonraki yıkımın temelini atmaktadır.

Gelecek nesillere bırakacağımız en büyük miras, estetik binalar değil; sağlam yapılar ve güvenli şehirlerdir. Deprem gerçeğiyle yüzleşmek yalnızca yöneticilerin değil, birey olarak hepimizin sorumluluğudur. Binalarımızı denetletmekten, afet çantasını hazır tutmaya; yerel yönetimleri sorgulamaktan, doğru bilgiye ulaşmaya kadar yapabileceğimiz pek çok şey var. Sadece devletten beklemek değil, toplumsal olarak örgütlenmek ve talep etmek gerekiyor.

Bu yazının sonunda çağrımız şudur: Sadece yas tutmayalım, sistem kuralım. Sadece enkazdan kurtarmayla övünmeyelim, o enkazı oluşmadan durduracak iradeyi geliştirelim. Çünkü bu ülkede artık bir kişinin daha ihmaller yüzünden hayatını kaybetmeye tahammülümüz yok. Deprem değil, ihmal öldürür. O hâlde: Unutmayalım, hatırlatalım ve hep birlikte harekete geçelim.

Yorum yapın